Telefon

0 (541) 658 60 10

KARACİĞER VE DETOKS HAKKINDA HERŞEY

Detoksifikasyon Nedir?

Karaciğer, yaşamın devamı için birçok fizyolojik ve biyokimyasal olayın meydana geldiği ana merkezimizdir. Detoksifikasyon dediğimiz DETOKS fonksiyonu da bu önemli görevlerinden biridir. Karaciğer içerisinde bir seri kompleks tepkime gerçekleşir ve bu tepkimeler zararlı rnaddeleri zehirsizleştirir. Bu olaya detoksifikasyon denir. Vücudumuzun ana detoksifikasyon organıdır karaciğer. 

Vücuda zarar veren maddeler hem dış kaynaklı hem de vücudumuzun bazı reaksiyonları sonucu ürettiği maddelerin zehir etkisi oluşturması ile iç kaynaklı olabilir (2). Vücuda zarar veren dış kaynaklı maddeler olan ksenobiyotikler ve radyasyon gibi etkenler yanında organizmada da oksidasyon ve redüksiyon yani indirgenme – yükseltgenme reaksiyonları sonucunda oluşan serbest radikaller iç kaynaklıdır. Ksenobiotikler, besin maddeleri dışında vücuda alınan ve vücuda zararlı olan patojen  tüm kimyasal maddelere verilen genel  isimdir. İç kaynaklı serbest radikal denilen ve yörüngesinde eşlenmemiş bir elektronu bulunan kararsız moleküller (3) ise çevrelerindeki sağlıklı hücrelerden elektron çalarak onlara da zarar verirler. Serbest radikaller belirli bir seviyeye kadar temizlenmez  iseler kansere, çeşitli kronik dejeneratif  hastalıklara, immün sisteme zarar veren hastalıklara neden olabilir ve yaşlanma sürecine de katkıda bulunurlar (4). Bedenimiz, bu ksenobiotik ve serbest radikallerin oluşturduğu zararı detoksifıkasyon enzimleriyle ve antioksidan sistemle en aza indirgemeye çalışır.

Yanlış beslenme alışkanlıkları ile kötü beslenme, ksenobiyotik bileşiklere yoğun maruz kalma (ilaçlar, pestisitler-tarım ilaçları, her türlü kimyasallar boyalar parfümler vb.), yaş, genetik yapı, barsak florası bozulması, aşırı egzersiz, uygunsuz yaşam alışkanlıklarına (sigara, alkol vb.) bağlı olarak detoksifikasyon yolları zamanla bozulabilir.  

Vücudun Neden Detoksa İhtiyacı Var?

Toksinlerin önemli bir kısmı  yağda çözünen  maddelerdir. Vücudumuz ise toksinleri idrar, safra dışkı veya ter olarak atmaya çalışır. Bu yollar ile toksinlerin atılabilmesi için  suda çözünür  hale getirilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde bu toksinler yağdan zengin beyin gibi, enzimce zengin hücre zarı gibi dokulara sıkıca yerleşir ve bedeni zehirleyerek her türlü hastalığın ortaya çıkmasına neden olur.

Karaciğerde Detoks Nasıl Gerçekleşir?

Vücudumuzda detoksifikasyon; Faz I ve Faz II olarak iki basamakta gerçekleşir. Aşırı ksenobiyotik yüklenmesi, serbest radikallerin artışı ve tüm zararlılar; karaciğer detoks enzimlerini harekete geçirir. Faz I aktiviteleri, karaciğer hücre zarında olurken Faz II aktiviteleri hücrede sitoplazmada meydana gelir (5).

FAZ I: Detoksifıkasyon sürecinin Faz I aşamasında  karaciğer, toksik maddeleri orijinaline göre daha fazla toksik olabilen ara metabolitlere dönüştürür (8). Yani bu fazda toksik maddeler, daha işlenebilir ama daha zehirli hale getirilerek Faz II’ ye hazırlanır. Karaciğer bunu spesifik enzimlerle yapmaktadır. Bu aşama, sitokrom P450 (Cyt-P450) enzim sistemiyle gerçekleştirilir, indirgenme ve yükseltgenme tepkimelerini içerir (2,5). Sitokromlar, bir ksenobiyotik bileşik vücuda girene kadar dokularda düşük seviyelerde bulunurlar. Bu noktada sitokrom enzim genleri aktive edilir ve çok miktarda enzim sentezlenir. Bu aşama,  vücut tarafından ksenobiyotikleri, steroid hormonları ve ilaçların çok önemli kısmını, detoksifikasyona  uğratmak için çalışan ilk savunmadır. Esas olarak karaciğerde, bir miktarda da bağırsak hücrelerinde, böbreklerde, akciğerde ve hatta beyinde gerçekleşir. İlaçların çoğu bu aşamada metabolize olurlar.

Faz I’den Faz II’ye geçerken çok toksik ara metabolitlere karşı hücreyi koruyacak güçlü antioksidan savunma sistemine ihtiyaç duyulur. Hücreler, oksidatif  zararı önleyen, durduran ya da kısmen onaran koruyucu mekanizmalara sahiptir ki bu sisteme  “antioksidan savunma sistemi” adı verilir.Antioksidan kapasiteyi destekleyen mikrobesin öğeleri içinde; karotenler (Vit A), askorbik asit (Vit C). tokoferoller (Vit E), selenyum, çinko, bakır, manganez, koenzim Q, thioller (lahanagiller, turpgiller, sarımsak-soğan vb.), biyoflavonoidler, silimarin (deve dikeni), piknogenol sayılabilir. Serbest Radikallerin nötralize edilmesinde en önemli rolü GLUTATYON enzim sistemi oynar.

Faz I  Detoksifikasyon Sisteminin Çalışmadığını Nasıl Anlarız?

Faz I detoksifikasyonunu ölçen en iyi test Kafein Testidir. Akşam az miktarda çay, kafein tükettiğiniz halde gece uykusuzluk oluyorsa, alkol alındıktan sonra uykuya meyiliniz artıyorsa, parfüm ve diğer kimyasallar sizi rahatsız ediyorsa Faz I çalışmıyor olabilir.

Faz I Detoksifikasyonunun En Önemli Semptomları: uyku kalitesinde azalma, halsizlik, anksiyete, kaygı, depresyon, yaşam neşesinde azalma, kronik yorgunluk, ağrılarda artma, su içme isteğinin azlığı, sabah yemek istememe şeklinde kendini gösterebilir.

FAZ I Reaksiyonu Neler Baskılar?

Bunlar arasında; kötü beslenme, ilaçlar  ( (psikiyatrik bazı ilaçlar (benzodiazepinler), allerji ilaçları (antihistaminikler), mide ilaçları (simetidin), mantar ilaçları (ketakonazol)), bağırsak mikrobiyatasının bozulması, aşırı egzersiz (egzersiz, tüm fazları aktive eder ama aşırı olduğunda serbest radikal üretiminde artış meydana getirdiğinden Faz I inhibisyonu yapar), çevresel toksinler (karbontetraklorir, egzos dumanları, boyalardan inhale edilen gazlar, dioksin, böcek ilaçları), yaşlanma sayılabilir.

FAZ I Reaksiyonu Neler Destekler?

Mikrobesin destekleri: riboflavin (Vit B2), niasin (Vit B3), piridoksin (Vit B6), folik asit (Vit B9), vitamin B12, glutatyon, dallı zincirli amino asitler, flavonoidler, fosfolipidler, bu fazın destekleyicileridir.

FAZ  II : Bu fazda, Faz I’den  gelen ürünler hidrofılik X grubu ile birleşerek suda çözünür ve rahat atılabilir ürün haline gelirler. Faz I’den gelen  bu  ara metabolitler, yine pek çok  enzimlerin görev aldığı özel reaksiyonlar ile safra veya üre ile atılmak üzere daha zararsız ve suda çözünen maddeler haline dönüştürülürler (2). Bu fazda; glutatyon konjugasyonu, metilasyon, sülfasyon, asetilasyon, glukuronizasyon reaksiyonları yürütülür. Bu tepkimeler, besin kaynaklarını da içeren kofaktörlere (çalıştırıcılara) ihtiyaç duyarlar.

Vücuttaki çevresel toksinler, kanserojenler,  polisiklik aromatik hidrokarbonlar, çeşitli nitrosaminler, steroid hormonları da içeren tümör uyaranları, heterosiklik aminler, mantar toksinleri, aromatik aminler gibi kanserojenler, gıda katkı maddeleri, ilaçlar, bağırsak bakterilerinin toksinleri, bu fazda atılıma hazırlanır.

Karaciğer mitokondrilerinde fonksiyon bozukluğu gelişirse, magnezyum eksikliği varsa veya sedanter yaşam  fiziksel aktivite yetersizliği de mevcutsa  Faz II detoksifikasyonu yavaşlayarak toksinlerin birikimine sebep olabilir.

Akciğer ve solunum yollarında, mesanede gelişen kanserler, karaciğer yağlanması, hamilelik toksemisi, bağırsak disbiyozisi, Faz II detoksifikasyonun yavaş olduğunun göstergelerindendir.

Faz II Reaksiyonu Neler Destekler?

Amino asitler (Glisin, Taurin, Glutamin, N-Asetil Sistein, Sistein, Metionin), magnezyum, kolin, vitamin B5, vitamin B12, folik Asit (Vitamin B9), vit C, betain, SAM-e, N Asetil Sistein, zerdeçal, zencefil enginar, biberiye, deve dikeni, yeşil çay, turunçgiller, kakule, tarçın,sumak, ısırgan, karahindiba kökü, omega 3 içeren gıdalar, brasilika  grubu sebzeler (brokoli, brüksel lahanası, karnabahar, lahana, turp vb.) sarımsak, soğan, yeşil yapraklı sebzeler, kereviz, dereotu, maydanoz, avokado, soya, kabak, kırmızı üzüm, bu destekler arasında sayılabilir.

 Detoksifikasyon Sisteminin Çalışmadığını Nasıl Anlarız?

Yoğun ilaç kullanımına bağlı meydana gelen  karaciğer büyümesi, detoksifikasyonu yürüten enzimlerin fazla uyarımı ile ilgili olabilir (6).

Hastalık ve sağlık durumları da detoksifîkasyon aktivitesini etkiler. Alkolizm, karaciğer yağlanması, siroz ve karaciğer kanserinden dolayı normal karaciğer fonksiyonunun bozulması genelde detoksifikasyon aktivitesini de düşürmektedir (1).

Detoks enzimleri görevini yapamazsa, çevrede bulunan hem doğal hem de sentetik maddeler vücudun yağ dokularında birikebilir. Bunun sonucu oluşan zehirlenme, kronik hastalıkların ve kanserin başlıca nedeni olabilir. Enzimlerin yeterli uyarımı ve yeterli düzeyde sağlıklı cevap ile bu potansiyel toksinler ve kanserojenler yüksek seviyedeki miktarlar haricinde zararsız hale çevrilirler (7).

Vücutta Detoksifikasyon Dengesi Bozulunca Ne Olur?

Faz II  detoks sistemi yavaşsa ya da yetersiz ise Faz I’ de üretilen toksik ara ürünler vücuttan temizlenemez ve kanda “toksik ara ürünler” birikir. Bilinçsizce şelasyon yapılırsa daha çok toksik ara ürün oluşur. Orijinalinden daha tehlikeli toksik ara ürünler  için vücutta bol antioksidanın hazır bulunması gereklidir. Eğer antioksidan sistem de yetersiz ise oluşacak zehirlenme,  kronik hastalıkların ve kanserin başlıca nedeni olabilir.

Yani vücudumuzun toksinleri uzaklaştırma kabiliyeti büyük oranda karaciğer sağlığına bağlıdır.

Sonuç Olarak……..

Vücuda zarar veren dış kaynaklı maddeler olan ksenobiyotikler ve radyasyon gibi etkenler yanında organizmada da oksidasyon ve redüksiyon reaksiyonları sonucunda serbest radikaller oluşur. Vücut bu serbest radikallerin oluşturduğu zararı detoksifıkasyon enzimleriyle ve antioksidan  maddelerle en aza indirmeye çalışır. Karaciğer, detoksifikasyon enzimlerinin yoğun olarak toplandığı en önemli organdır. Vücuda dışandan giren toksin ve kimyasallar, karaciğerde Faz I aşamasında Sitokorm P450 enzimleriyle daha  reaktif duruma geçer. Bu durumda devreye giren Faz II enzimleri, bu reaktif ara metabolitler dediğimiz maddeleri, suda daha kolay çözünen moleküllere çevirir, Vücut bu enzim sistemlerini dengede tutmak için ilgili genleri uyarıcı ve baskılayıcı mekanizmalar geliştirmiştir. Dışarıdan alınan bazı besin maddeleri ve takviyeler ile bu mekanizmayı daha faydalı hale getirmek mümkündür.

Müdahalelerde dikkat edilmesi gereken, besin veya gıda dozunun miktarı, zamanlaması ve süresidir (8). Şu da unutulmamalıdır ki bazı gıdalar Faz II’yi uyarırken, Faz I’i baskılayabilirler veya tam tersi olabilir. Ancak bu çok karmaşık bir durumdur. O nedenle fazları çalıştıran gıdaları ve destekleri dengeli ve kontrollü oranlarda almak gerektiğini söyleyebiliriz.

DR.SİBEL BİLGİN

KAYNAKÇA

  1. European Journal of Science and Technology Special Issue 32, pp. 1156-1161, December 2021. Karaciğerde Detoksifikasyon Ayşegül Çebi, Emine Dıraman, Fatma Gönül Sezgin. DOI: 10.31590/ejosat.
  2. Altern. Med. Rev, 3:3, 187-198, 1998. The detoxification enzyme systems. Liska, D.J.
  3. Acad. Sci. Review, 899, 136-47, 2000. Free radicals and antioxidants in the year 2000 a historical look to the future.  Gutteridge, J.M. ve Halliwell, B.
  4. FEBS Lett., 281, 9-19, 1991. DNA damage by oxygen drived species. Its mechanisms and measurement in mammalian species. Halliwell, B. ve Anımoa, O. I.
  5. FL: CRC press, Inc, 29-53, 1996. Role of Metabolism in Chemical Toxicity, In:Ioannides, C.,ed., CytP450: Metabolic and Toxicological Aspects, Boca Raton, Vermeulen, N.P.E
  6. Blockwell Scientific Publications, 12. Baskı (2011). Diseases of the liver and biliary system. Sheriock, S.
  7. American Medical Association. Graw, 3 -27 (1998). The Cytochrome P450 Enzyme Systems. A Backround Briefing, Blakeslee, D.  
  8. J Besin Metab. 16 Haziran 2015;2015:760689. Gıdalar ve Gıda Türevi Bileşenler Kullanılarak Metabolik Detoksifikasyon Yollarının Modülasyonu: Klinik Uygulamaya Sahip Bilimsel Bir İnceleme. Romilly E Hodges, Deanna M Minich.PMCID: PMC4488002 PMID: 26167297

.

 

KARACİĞER FONKSİYONLARI VE GÖREVLERİ HAKKINDA HERŞEY

VKARACİĞER FONKSİYONLARI VE GÖREVLERİ HAKKINDA HERŞEY

Vücudumuzun En Büyük Organı Karaciğer

Karaciğer,  vücudumuzun en büyük organı olarak karın boşluğumuzda, midenin sağ üst tarafında, göğüs kafesinin altında yer alır. Yaklaşık 1,5-2 kilogram  ağırlığındadır. Sağ ve sol lop olmak üzere iki loptan ve loplarda lopçuklardan meydana gelir. Karaciğer, hepatosit adı verilen hücrelerden oluşur ve karaciğer inanılmaz yapısı ile kendini çok hızlı bir şekilde yenileme özelliğine sahiptir.

Karaciğer, vücudumuzun en büyük salgı bezidir aynı zamanda. Hem kana verdiği kimyasallar, proteinler ile endokrin hem de ürettiği safra salgısı ile ekzokrin salgı bezi şeklinde görev yapar.

Karaciğerin damarsal yapısına bakacak olursak; hem toplar damar olarak portal ven hem de atardamar olarak hepatik arteri vardır. Toplardamar olan  Portal ven; mide, ince bağırsak, kalın bağırsak, dalak ve pankreastan gelen tüm kanı, karaciğere taşıyan ana damardır. Bunun sayesinde karaciğer; emilen besinleri kolayca işler ve metabolize eder. Karaciğerin diğer  toplardamarı  hepatik ven ile de karaciğerde işlenen kan, sistemik dolaşıma (vena kava inferior) karışır.

Karaciğer hem kanlanımı, hem salgı bezi yapısı hem de  detoks  özelliği ile tam olarak bedenimizin biyokimya, fizyoloji fabrikası gibi çalışır.

Muhteşem Yapısı İle Karaciğer Hangi Olağanüstü Görevleri Yerine Getirir?

Karaciğer, hangi fonksiyonları ile bu görevlerini yerine getirir? Bir bakalım mı?

Karaciğerin bu görevlerini; metabolik görevler, sindirim, kanın yapısına  ilişkin görevler, bağışıklama, depolama saklama, atılım detoks fonksiyonlarına ilişkin görevler olarak sınıflayabiliriz

1. Karaciğerim, Metabolik Süreçlere Nasıl Katkı Sağlar;

Karaciğer, vücudumuzun ana metabolik süreçlerinde yer alır. Bu süreçlerde bazı maddelerin yapımını sağlarken  (anabolizma) bazı maddelerin de yıkımı (katabolizma) görevlerinin yürütür.

Karaciğer, glukozu glikojen olarak depolar. Yemek yedikten sonra kan şekeri yükseldiğinde, karaciğer glukozu alır ve glikojen sentezi yoluyla depolar. Açlık durumunda veya enerji ihtiyacı arttığında ise karaciğer glikojeni yıkar ve glukozu serbest bırakır. Bu süreç glikojenoliz olarak adlandırılır.

Glukoza ilişkin üçüncü bir durumda da; uzun süreli açlık durumlarında veya glikojen depoları tükendiğinde, karaciğer glukoneogenez yoluyla yeni glukoz sentezler. Bu süreçte ise farklı yapıtaşları üzerinden amino asitler, laktat ve gliserol gibi maddeler üzerinden glukoz yani şeker sentezi gelişir.

Özetle; Glukoneogenez, karaciğerin kan şekeri seviyelerini korumasına yardımcı olur. Karaciğer, kan şekeri seviyelerini düzenlemek için glukozu kullanır ve serbest bırakır. Kan şekeri yükseldiğinde, karaciğer glukozu alır ve glukojen olarak depolar. Kan şekeri düştüğünde ise, karaciğer glukozu serbest bırakarak kan şekeri seviyelerini dengeler. Böylece vücudumuzun enerji ihtiyacı sağlanmış olur.

Karaciğer, beslenmeyle gıdalarımız ile aldığımız  yağların da parçalanarak  enerjiye dönüşmesini sağlar veya daha sonra kullanılmak üzere metabolik sürece dahil eder. Yağlar ile ilgili görevi çok kapsamlıdır. Yağ asitleri ve kolesterol dahil; hem yağ sentezi yapar, hem yağları metabolize eder yani yıkar hem de yağları depolar.

Yani gerek glukoz döngüsü gerek yağ metabolizması ile vücudumuzun enerji santrali olarak kabul edilebilir.

2. Karaciğerimin, Sindirime İlişkin Görevleri Nelerdir?

Karaciğer sağ lobunun altında safra kesesi yer alır. Karaciğer hücreleri safra suyu salgılar. Bu salgılanan safranın bir kısmı, karaciğer kanalının bir kolu ile safra kesesine, bir kolu ile de on iki parmak bağırsağına aktarılır. Karaciğer tarafından günde  yaklaşık  800 ila 1000 ml kadar safra salgılanır. Safra, aldığımız gıdaların içinde yer alan ve yağda eriyen vitaminler olarak adlandırdığımız  A, D, E, K vitaminlerin emilimini ayrıca yağların emilimini sağlar ve sindirime destek olur.

3. Karaciğerim, Kanın Yapısına İlişkin Hangi Katkıları Sağlar?

Karaciğerin en asli görevlerinden biri, kanın pıhtılaşması için gerekli plazma proteinlerin yapım organı olmasıdır. Bu konuda karaciğer fonksiyon bozukluğu geliştiğinde, kanda pıhtılaşma bozukluğu gelişir ve vücudun çeşitli bölgelerinde kanamalar başlar. Ayrıca karaciğer, 200-400 mililitre kadar kanın depo organıdır.

4. Demir Gibi Güçlü Bağışıklığım

Kupffer hücreleri, karaciğerin ana hücrelerindendir  ve bu hücreler zararlıları çevreleyen ve sindiren yanı fagositoz yapan hücre grubundan sayılan makrofajlardandır. Kupffer hücreleri, patojenlere yani hastalık yapan zararlılara  karşı çeşitli maddeler salgılayarak, karaciğer ve bünyesel sistemik bağışıklık cevabında çok önemli rol oynarlar.

Karaciğerdeki bu yapı; bağışıklık sisteminde yer alan hücrelerin normal işlevlerinin yürütülmesinden sorumludur. Ayrıca vücuttaki zararlı maddeleri uzaklaştırdığı için bağışıklık direncinin düşmesine de engel olurlar.

5. Karaciğerimin Depolama ve Saklama Görevleri

Karaciğer, safra ile yağda eriyen vitaminlerin emilimini arttırdığından, ayrıca bu vitaminlerin depo organıdır. Demir, bakır gibi minerallerin de depolanması ve saklanmasını sağlar. Fazla demirin atılımında da kilit organdır.

6. Karaciğerimde Protein Sentezi ve Yıkımı Nasıl Gerçekleşir?

Karaciğer, protein sentezi ve üre üretiminde önemli bir rol oynar.

Albümin, karaciğerde sentezlenen en önemli plazma yani kan  proteinlerinden biridir. Albümin sentezi, karaciğer hücrelerinde (hepatositlerde) gerçekleşir. Üretildikten sonra kana salınır. Albümin hem dokular arası sıvı damar içi sıvı dengesini sağlar hem de kanda  çeşitli maddelerin taşınmasını sağlar.

Proteinler ve onların en küçük birimi olan amino asitler, hücrelerde enerji üretimi ve yapı taşları sağlamak için kullanılır. Vücuttaki protein ve amino asitlerin metabolizması sonucu oluşan azotlu atık ürün, amonyaktır ve amonyak çok toksik bir bileşendir. Üre döngüsü, karaciğerde gerçekleşir. Üre döngüsü, vücutta toksik olan amonyağın detoksifikasyonunu sağlar ve protein metabolizması sonucu oluşan atık ürünlerin üreye çevrilerek vücuttan güvenli bir şekilde atılmasına yardımcı olur. Karaciğerin bu önemli fonksiyonu, vücut içi azot dengesi ve genel sağlık açısından en kritik görevlerden birisidir.

7. Atılım ve Detoks; Toksinsiz Hücrelerim, Nefes Alsın Bedenim

Karaciğer, bizim ana detoks organımızdır. Karaciğer içerisinde bir seri kompleks tepkime gerçekleşir ve vücudumuza giren yada bedende üretilen zararlı maddeler bu tepkimeler ile zehirsizleştirilirler. Bu olaya detoksifikasyon adını veririz. Detoksifikasyon faz I ve faz II olarak iki basamakta gerçekleşir.

Ağır metaller, kimyasallar, tarım ilaçları, kullandığımız ilaçlar, hormonlar, alkol, tüm sindirim atıkları içindeki zararlılar, karaciğerdeki bu kompleks faz 1 ve faz 2 reaksiyonları ile zararsızlaştırılarak atılım fazına gönderilecek hale getirilirler.

Tüm  bunlar, çok özel organımız olan karaciğerin, vücudumuzun ana fonksiyonları için gerekliliğini ve önemini bize göstermektedir. Bu nedenle karaciğer sağlığımızın korunması ve desteklenmesi anlamında her zaman özel çaba göstermemiz gerekmektedir.

Dr. Sibel Bilgin

GÜNÜMÜZÜM MEŞHUR MOLEKÜLÜ;

NAD (NİKOTİNAMİD ADENİN DİNÜKLEOTİD)

Glutatyon’dan sonra Nikotinamid adenin dinükleotid (NAD), son zamanların en çok konuşulan molekülü. Sizler de mutlaka duymuş ve ayrıntılı bilgi edinme çabası içinde olmuş olabilirsiniz.

Ve Nikotinamid adenin dinükleotid (NAD), çağımızın antiaging yani gençleşme molekülü olarak anılmaya başlanmıştır.

Vücuttaki tüm dokular, emilen Niasini yani B3 vitaminini, metabolik olarak aktif formu olan Nikotinamid adenin dinükleotid (NAD)’a dönüştürür.

Nikotinamid adenin dinükleotid (NAD), çeşitli redoks reaksiyonlarına aracılık eden, enerji homeostazisini dengesini korumak için gereklİ önemli bir koenzimdir (1). Koenzim Q10’den 10 kat daha güçlü bir koenzimdir. Nikotinamid adenin dinükleotid (NADH) indirgenmiş formundadır ve  onun oksitlenmiş muadili NAD+’dir (2).  NADH, redükte formudur, elektron alamaz ve taşıyamaz. NAD ise oksıde formudur, yani elektron taşıyıcısıdır, iki batarya arası enerji değişimini sağlar ve serbest radikalleri uzaklaştırır. NAD/NADH oranı 700 olmalıdır. Oran NADH lehine arttığında, yaşlanma hızlanır.

Özellikle mitokondriyal NAD, trikarboksilik asit (TCA) döngüsü, yağ asidi oksidasyonu ve oksidatif fosforilasyon dahil olmak üzere enerji üretim yollarında kritik bir rol oynar (1). NAD olmayınca, ATP üretimi olmaz yani yaşam enerjimiz üretilemez.

NAD, enerji metabolizmasını, DNA hasarı onarımını, gen ifadesini ve stres tepkisini düzenler (1).

Çok sayıda çalışma NAD metabolizmasının Alzheimer hastalığı, Parkinson hastalığı ve retinal dejeneratif hastalıklar dahil olmak üzere nörodejeneratif hastalıklarda rol oynadığını göstermiştir. Mitokondriler, bildiğimiz üzere hücrelerimizin enerji santralleridir. ATP yani yaşam enerjimizin üretiminden, serbest radikallerin temizlenmesine yani bedenin paslanmasının önlenmesine kadar pek çok hayati görevi üstlenmiş, hükümdar organelimizdir. Mitokondriyal disfonksiyon yani mitokondrilerimizin yaş, epigenetik faktörler, stres vb ile fonksiyonunun bozulmasının; Alzheimer hastalığı, Parkinson hastalığı gibi nörodejeneratif hastalıklar için önemli patogenez olduğu düşünülmektedir. Uygun NAD seviyelerinin korunması, mitokondriyal fonksiyon için önemlidir. Alzheimer hastalığı, Parkinson hastalığı’nda yani nörodejeneratif hastalıklarda, azalmış NAD seviyeleri gözlenir ve NAD öncüllerinin takviyesi, mitokondriyal fonksiyonları aktive ederek hastalık fenotiplerini iyileştirir (1).

Artan araştırma  kanıtları, NAD + veya öncüllerinin endojen olarak uygulanmasının, DNA onarımını artırarak ve mitokondriyal fonksiyonu iyileştirerek hastalığın ilerlemesini potansiyel olarak önleyebileceğini ve yavaşlatabileceğini göstermektedir (2).

Düşük NAD+‘nın neden olduğu DNA hasarının artması ve mitokondriyal fonksiyon bozukluğu, yaşlanmanın gelişimini de destekleyebilir. Öte yandan, yaşlanma sırasında ortaya çıkan düşük NAD+ durumu da bunu açıklayabilir (3).

NAD + öncüllerinin uygulanması, hücre içi NAD + havuzunu arttırır ve insanlar da dahil olmak üzere çeşitli organizmalarda yaşlanmayla ilişkili fizyolojik değişiklikler ve hastalıklar üzerinde faydalı etkilere sahiptir (4).

Telomer her bir DNA sarmalının ucunda bulunan ve kromozomları koruyan parçalardır. Tıpkı ayakkabı bağcıklarının ucundaki plastik parçalara benzerler. Vücudumuzdaki tüm hücrelerdeki DNA sarmallarının ucunda bulunurlar. Her hücrede 23 kromozom çifti olduğundan, her hücrenin 92 telomeri vardır. Hücrelerimiz bizi genç ve sağlıklı tutabilmek için her bölündüğünde, telomerler sürekli kısalır. Telomer uzunluğu yaş, epigenetik faktörler, stres, sigara, obezite, egzersiz eksikliği, kötü beslenme alışkanlıklarının da katkısı ile sürekli kısalır. Telomerler kritik bir uzunluğa düştüklerinde artık hücrenin bölünmesi sona erer. Bu yüzden bir hücre kendi kendine en fazla 50-60 kez bölünebilir. Hayflick Limiti Teorisine göre insanın en iyi koşullarda yaşasa dahi yaklaşık 125 yıl ile sınırlı bir hayatı olmaktadır. Hücrenin artık görev yapamaz hale gelebilmesi için, 92 telomerden sadece 1 tanesinin kritik eşiğe gelmiş olması yeterlidir. İşte NAD molekülü, telomerlerin kısalmasını önleyici etkiye sahiptir.

Nikotinamid adenin dinükleotid (NAD); beyin sinir sistemi, karaciğer, böbrek, kalp, pankreas, kas, yağ dokusu, damarlar dolaşım sistemi, lenfatik doku, üreme organları üzerinde koruyucu etkiye sahiptir.

Peki Nikotinamid adenin dinükleotid (NAD) molekülünü hangi durumlarda kullanalım?

Hidrojen elektron donörüdür

Hücre yenilenmesini sağlar

Enerji artışını destekler

Bilişsel fonksiyonların onarımı ve gelişimini sağlar

Mitokondriyel disfonksiyonu destekler

Obezite, diyabet, kalp hastalıkları, nörodejeneratif hastalıklar

İmmün sistem zayıflığı, enfeksiyonlar

Kronik yorgunluk, fibromiyaji

Migren

Psikolojik destek, depresyon, odaklanma sorunları

Karaciğer yağlanması

Nikotinamid adenin dinükleotid (NAD) molekülünü tüm özellikleri ile böylece özetledik.

Sağlıklı olalım, sağlıcakla kalalım.

Dr.Sibel Bilgin

Kaynaklar;

1) Nutr Neurosci 2021 May;24(5):371-383. Implications of NAD metabolism in pathophysiology and therapeutics for neurodegenerative diseases

Keisuke Hikosaka,  Keisuke Yaku,  Keisuke Okabe, Takashi Nakagawa 

PMID: 31280708 DOI: 10.1080/1028415X.2019.1637504

2) 2024 Jan;38(1):57-62. [Therapeutic potential of NADH: in neurodegenerative diseases characterizde by mitochondrial dysfunction].Ziyi Chen, Hongyang WangQiuju Wang

PMID: 38297850  DOI: 10.13201/j.issn.2096-7993.2024.01.009

3) Aging Cell. 2024 Jan; 23(1): e13920. NAD metabolism: Role in senescence regulation and aging

Claudia Christiano Silva Chini, Heidi Soares Cordeiro,,  Ngan Le Kim Tran, and Eduardo Nunes Chini 

PMCID: PMC10776128  PMID: 37424179

BAĞIRSAK MİKROFLORASI, PROBİYOTİKLER VE OBEZİTE

Probiyotik içeren fonksiyonel gıdalar aşırı kilo ve obeziteyi iyileştirmek için güvenli ve etkili besin takviyeleridir. Bu nedenle bağırsak mikroflorasının değiştirilmesi obezitenin kontrol altına alınması veya önlenmesinde etkili bir yaklaşım olabilir (1). Probiyotikler ve obezite üzerine yapılan çoğu çalışma, probiyotiklerin kilo alımında ve vücut kitle indeksinde kayda değer bir azalmadan sorumlu olduğunu göstermiştir (1).

Son çalışmalara göre; probiyotiklerin sinbiyotiklerin obezitede kullanımını inceleyen hayvan çalışmalarının ve insan çalışmalarının meta-analizlerinin çoğu, bunların bağırsak mikrobiyota modülasyonuna katılımları yoluyla kilo kaybı ve diğer metabolik parametreler üzerinde faydalı etkilerini göstermiştir (2).

Son zamanlarda bağırsak mikrobiyotasının bileşimi ve metabolik fonksiyonlarının obezite gelişimini etkileyebileceği öne sürülmüştür (3).

Hem bebeklik döneminde hem de yetişkinlerde bağırsak bakterileri ile obezite arasındaki ilişkiye dair kanıtlar vardır. Bağırsak mikropları ve obezite arasındaki etkileşimde çeşitli genetik, metabolik ve enflamatuar patofizyolojik mekanizmalar yer almaktadır. İnsan bağırsağında meydana gelen mikrobiyal değişiklikler, insanlarda obezite gelişiminde rol oynayan bir faktör olarak düşünülebilir. Sindirim sistemindeki bakteri suşlarının modülasyonu, hayvan ve insan çalışmalarından elde edilen çeşitli verilerin önerdiği gibi, insan obez konakçıdaki metabolik profili yeniden şekillendirmeye yardımcı olabilir (3).

Farklı bakteri türleri/suşları ile yürütülen çeşitli in vitro ve in vivo (hayvan ve insan klinik) çalışmaları, probiyotiklerin, immün hücre aktivasyonu yoluyla preadipositlerin farklılaşmasını baskılayarak, Thelper1/Thelper2 sitokin dengesini koruyarak, bağırsak mikrobiyota kompozisyonunu değiştirerek, lipit profilini azaltarak ve enerji metabolizmasını düzenleyerek antiobezite etkilerini arttırdığını bildirmiştir (1).

Ayrıca probiyotıkler; kandaki glikoz ve yağ asidi parçalanmasının düzenlenmesinden sorumlu olan antienflamatuar adipokinlerin düzeylerini artırır ve proenflamatuar adipokinlerin düzeylerini azaltır (1).

Ayrıca probiyotikler, etkili bir şekilde insülin duyarlılığını artırır ve sistemik enflamasyonu azaltır.

Aşırı kilolu bireylerde bulunan bağırsak mikrobiyota profili; adiponektin seviyelerinin arttırılması, leptin, tümör nekroz faktörü (TNF)-α, interlökin (IL)-6’nın azaltılmasının yanı sıra kilo kaybı için umut verici bir ortam yaratabilen probiyotik takviyesi ile değiştirilebilir (1).

Bifidobacterium ve Lactobacillus suşları hala fonksiyonel gıdalar ve diyet takviyelerinde en yaygın kullanılan probiyotiklerdir, ancak Faecalibacterium prausnitzii, Akkermansia muciniphila veya Clostridia suşları gibi yeni nesil probiyotikler umut verici sonuçlar göstermiştir (2).

Probiyotiklerin, prebiyotiklerin, sinbiyotiklerin ve postbiyotiklerin yararlı özelliklerinin değerlendirilmesi için insanlarda daha geniş ölçekli Rastgele Kontrollü Çalışmalara (RKÇ) ihtiyaç vardır; ideal dozları; takviye süresi; ve bunların yararlı etkilerinin kalıcılığının yanı sıra obezitenin önlenmesi ve yönetiminde güvenlik profilleri konuları.

Kaynaklar;

1) Probiyotiklerin Obeziteye Karşı Antiadipojenik ve Antienflamatuar Potansiyellerine İlişkin Bilgiler

AKM Humayun Kober  ve ark. Nutrients.. 2024.

2)Probiotics, Prebiotics, Synbiotics, Postbiotics, and Obesity: Current Evidence, Controversies, and Perspectives. Natalia VallianouTheodora StratigouGerasimos Socrates ChristodoulatosChristina TsigalouMaria Dalamaga. Curr Obes Rep. 2020 Sep;9(3):179-192.

PMID: 32472285  DOI: 10.1007/s13679-020-00379-w

3) Gut Microbiota and Obesity: A Role for Probiotics

Ludovico Abenavoli, Emidio ScarpelliniCarmela ColicaLuigi BoccutoBahare Salehi, Javad Sharifi-Rad, Vincenzo Aiello , Barbara Romano Antonino De Lorenzo Angelo A IzzoRaffaele Capasso . Nutrients. 2019 Nov 7;11(11):2690.

PMID: 31703257  PMCID: PMC6893459  DOI: 10.3390/nu111

D VİTAMİNİ (Makale 1)

D vitamini, birçok fizyolojik süreçte yer alan bir hormondur. Aktif formu olan 1,25(OH)2D3, serum kalsiyum-fosfat homeostazisini, iskelet homeostazisini düzenler. Serum kalsiyum veya fosfattaki değişiklikler dolaşımdaki 1,25(OH) 2D3 (aktif D vitamini) seviyelerinini etkiler.

D vitamini eksikliği; kemik mineralizasyonunda bozulma, artan diyabet riski, bağışıklık sistemi bozuklukları ve kardiyovasküler hastalıklar dahil olmak üzere çeşitli sağlık sorunlarıyla ilişkilidir.

D vitamininin böbrek koruyucu etkileri artık bilinmektedir; D vitamini damar endotel fonksiyonunu düzenler, podositleri (böbrekte yer alan hücrelerdendir) korur, renin-anjiyotensin-aldosteron (böbrek hormon ve kimyasallarıdır) sistemini düzenler ve antiinflamatuar etkilere sahiptir.

Diyabetik böbrek hastalığı (DKD), dünya çapında son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Böbrek koruyucu olarak D vitaminini destekleyen ve potansiyel olarak DKD’nin başlangıcını geciktirdiğini gösteren çok sayıda çalışma vardır.

D vitamini reseptörleri (VDR); damar düz kas hücreleri, kardiyomiyositler (kalp kası hücreleri) , damar endotel hücreleri böbrek jukstaglomerüler aparat, mezenjiyal hücreler, böbrek toplama kanalı hücreleri de dahil olmak üzere hemen hemen tüm dokularda tanımlanmıştır. VDR konumları, böbreklerin D vitamini metabolizmasında çok önemli bir rol oynadığını göstermektedir.

Çeşitli çalışmalar, diyabetik böbrek hastalığı (DKD) olan hastalarda D vitamini düzeylerinin daha düşük olduğunu göstermiştir.D vitamininin DKD’nin ilerlemesini tersine çevirdiği mekanizmaları açıklayan çeşitli hipotezler öne sürülmüştür. Bunlar arasında; D vitamininin glikozun işlenmesine yardımcı olması, böbrek renin-anjiyotensin sisteminin aktivasyonunu desteklemesi ve böbrek dokusu fibrozisini azaltması da yer almaktadır.

Enflamasyon, diyabetin ortak bir özelliğidir ve DKD’ye yol açabilir. İnflamatuar bir yanıt, insülin direncini şiddetlendirir ve hiperglisemiyi yoğunlaştırır bu da diyabetin uzun vadeli komplikasyonlarını ağırlaştırır. DKD’nin patogenezinde lökositlerin, monositlerin ve makrofajların böbreklere infiltrasyonu da dahil olmak üzere bir dizi faktör suçlanmıştır. Çalışmalar IL-1, IL-6 ve IL-18 (interlökinler) gibi inflamatuar sitokinlerin DKD gelişimindeki rolünü desteklemiştir. Bu moleküllerin seviyelerindeki artış, böbrek nefropatisi gibi mikrovasküler komplikasyonlarla ilişkilidir. Yüksek 1,25 (OH) 2D3 (aktif D vitamini) seviyelerinin, enflamasyonu kontrol ederek böbreği tubulointerstisyel fibrozise karşı koruduğunu ortaya çıkardı. VDR aktivasyonu, tübüler ve mesanjiyal hücrelerde NF-kappa B aktivasyonunu inhibe eder

Sonuç olarak; D vitamini eksikliği DKD gelişimi için bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir. D vitamininin, glukoz yönetimine yardımcı olması, böbrek hücrelerini yıkımdan koruması, fibrozisi azaltması ve antiinflamatuar etkinliği ile DKD’nin ilerlemesini tersine çevirdiği gösterilmiştir.

Özetle; DKD’de kalsiyum-fosfat dengesini düzenlemesi yanı sıra, deneysel-gözlemsel-klinik çalışmalar D vitamininin, DKD’nin ilerlemesine karşı korumada ve glomerüler filtrasyon (böbrek süzme fonksiyonu) bariyerinin bütünlüğünü korumada olası etkilerini göstermiştir. Bu çalışmalar, klinisyenlerin DKH’li hastalarda D vitamini eksikliği konusunda dikkatli olmaları gerektiğini ve yüksek risk grupları arasında D vitamini takviyesinin önemini vurgulamıştır.

İyi tasarlanmış birçok gözlemsel ve girişimsel çalışma, DKD’li hastalarda D vitamini tedavisinden sonra böbrek fonksiyonunun düzeldiğini bildirmiştir.

Gelecekte D vitamini metabolizmasının bireyler arası değişkenliği ve D vitamini rejimlerine farklı yanıtlar konusunda daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.

KAYNAK; D Vitamini ve Diyabetik Böbrek Hastalığı (Ho-Yin Huang ve Ark., Uluslararası J. Mol. Sci. 2023. PMID: 36835159

MENAPOZA İYİ GELEN BİTKİLER

MENAPOZDA BİTKİSEL ÇÖZÜMLER

MENAPOZ; sıcak basması, yoğun terleme, uykusuzluk, anksiyete yakınmaları ile pek çok kadında alevli geçen bir süreçtir.

MENAPOZAL süreçte hem fitoöstrojen bitkiler östrojen etkinliğini düzenlemek hem de diğer bazı bitkiler bu alevli yakınmaları dindirme konusunda bize yardımcıdırlar

Menapoza iyi gelen bitkiler;

Hayıt (Tohum) (Vitex Agnus Castus)
Oğul Otu (Melissa Offi cinalis)
Adaçayı (Salvia Offi cinalis)
Çuha Çiçeği (Primula Veris)
Civan Perçemi (Achillea Millefolium), bu bitkilerin içinde önceliklidir.

Bu bitkiler ;

Antienfl amatuvar-yangı giderici, antioksidan-serbest radikalleri temizleyici, antimikrobik-antiviral, antiromatizmal ağrıları, migren, gerilim tipi baş ağrısını rahatlatıcı, uyku düzenleyicidirler.
Progesteron-prolaktin-östrojen seviyelerini düzenleyici (dopaminerjik ve östrojenik aktiviteye sahip), mastodini (meme ağrısı), premenapozal, menopozal semptomları, fibrokistik meme dokusunu rahatlatıcı etkinlikleri mevcuttur.

Menopoz semptomlarını, sıcak basması, terleme, anksiyete şikayetlerini rahatlatırlar.

Bu bitkilerin bitki çayı kombinasyonları yada kapsüle sıkıştırılmış ekstreleri, menapozal destekleyicilerimizdir.

Dr. Sibel Bilgin'e
Danışın

Sorularınızı whatsapp hattımızdan bize iletebilirsiniz. Kısa süre içerisinde dönüş yapılacaktır.